Yaşanan
olaylar ve içinde bulunduğumuz durum, kendilerini milliyetçi kabul edenlerin
zihinlerini iyice karıştırmışa benziyor. Öncelikle “millet” kelimesini Arapçadaki
anlamıyla yani “ümmet” olarak kabul edenleri bir yana bırakalım. Biz “millet”in
Türkçedeki anlamını esas alıyoruz. “Millet Arapçadan dilimize girmiştir;
Arapçadaki asıl anlamı da ümmettir; dolayısıyla millet sözünü bu anlamda
kullanmak gerekir” diyenler vardır ve “millet” kelimesinin başında
“Türk” sözünü ısrarla kullanmayanların zamirinde de bu düşünce
bulunmaktadır. Bunlar dil biliminden, dil bilimindeki anlam değişmesi
kavramından habersiz kimselerdir. Bu düşünceye göre “mektep”i de “okul” anlamında değil
“büro” anlamında kullanmak gerekir. Anlam değişmesi kavramından habersiz olanlara Gökalp’ın verdiği bir
örnek, susturucu bir cevap olabilir. Gökalp mealen şöyle
diyor: “Misafirlikte size terlik verdikleri zaman ‘gerek yok, ayağım
terli değil’ derseniz gülünç olmaz mı? Terliğin asıl anlamı ter için kullanılan şeydir;
ancak bugün anlamı değişmiş ve bildiğimiz anlamı kazanmıştır.” Evet, bu kadar bahsederek bu anlayışta
olanları bir yana bırakıyoruz. Gelelim Türkçedeki anlamıyla milliyetçiliğe, Türk
milliyetçiliğine. Gökalp’ın, Akçura’nın, Atsız’ın ve onların dönemindeki birçok aydının
çekinmeden kullandıkları kısaltılmış biçimiyle Türkçülüğe.
Türkçülük, en
kısa tarifiyle Türk milletini sevmek ve onun yükselmesini istemek demektir. Bu
tarifteki sevmek, işin duygu yanını, istemek ise ülkü yanını gösterir. Yani Türk milliyetçiliği,
sadece Türk’ü sevmekten, duygudan ibaret değildir; aynı zamanda milleti yükseltmek ülküsüdür. Elbette
sevmek ve yükseltmek kavramları içinde korumak kavramı da kendiliğinden
vardır. Sevdiğiniz ve yükseltmek istediğiniz bir varlığı korumak istemeniz de tabiidir.
Türkçülük
duygudan ibaret olmadığına, bir ülkü olduğuna göre, yükseltmek istediğiniz Türk varlığını
bilmeniz gerekeceği de açıktır. O halde her Türkçü “Türk milleti nedir, Türk kimdir?”
sorularına cevap vermelidir. Bu cevap sağlam olursa zihinler karışmaz. Millet, bugünlerde
sık sık ifade edildiği gibi hukuki veya siyasi bir kavram değildir;
sosyolojik bir kavramdır ve benim bu çerçevede, yukarıdaki sorulara cevabım şudur:
Türk milleti; Türk soyundan gelen, Türk dilini konuşan,
ortak bir kültüre sahip olan, genellikle ortak bir tarih ve toprağı paylaşan,
geçmişten geleceğe devam eden ve bu ortaklıklardan birine, birkaçına veya hepsine sahip olduğu için
kendini Türk kabul eden insanlar topluluğudur ve bu, biyolojik-psikolojik-sosyolojik bir olgudur.
Günün şartları ve sıkıntıları yüzünden bu olgunun herhangi bir ögesini yok farz
edemeyiz; şartlara göre farklı farklı tarifler üretemeyiz. Aslında yukarıdaki tarif
dikkatle incelenirse hiç kimsenin sıkıntıya girmesine de gerek yoktur.
Almanya’da yaşayan üçüncü nesilden bir Türk çocuğu Türkçeyi unutmuş olsa da Türk ana babadan geldiğini
biliyor ve bundan dolayı kendini Türk hissediyorsa Türktür. Anadolu’da aynı
kültürü, toprağı ve tarihi paylaştığımız insanlar, farklı soydan gelseler de, farklı dil
kullansalar da ortak kültür, vatan ve tarih dolayısıyla kendilerini Türk
hissedebilirler ve samimi olarak kendilerini Türk kabul edenlere de hiç
kimsenin bir diyeceği olamaz. Kültürün önemli ögelerinden biri dindir. Farklı dinden olan
Gagavuzlar ve hatta bir ateist, diğer ortak ögeler sebebiyle kendini Türk kabul edebilir;
buna da bir diyeceğimiz olamaz. Toplumun farklı katmanları az çok ve hatta bir hayli farklı kültür kodlarına
sahip olabilirler; ancak diğer ortaklıklar onları da tek bir millet yapar. Tarifin
sonundaki “kendini Türk kabul eden” ibaresi “mensubiyet duygusu” şeklinde
de ifade edilmiştir. Yani ortaklıklardan sadece birkaçı ve hatta bazen sadece biri insanda
“mensubiyet duygusu” yaratabilir ve bu duygu dolayısıyla insan kendisini bir
topluluğa, bir millete ait kabul eder. Sadri Maksudi Arsal’ın “Milliyet Duygusunun
Sosyolojik Esasları” adlı eseri “mensubiyet duygusu”nun kaynaklarını çok iyi işleyen
bir eserdir. Burada hatırlamamız gereken bir nokta da şudur:
“Mensubiyet duygusu” insanlarda kendi kendine var olabilir; ancak bunun bir
teminatı yoktur. Bu bakımdan toplum, çeşitli kanallarla fertlerdeki mensubiyet duygusunu
zayıflatmamaya ve pekiştirmeye çalışır. Bunun için başlıca dört kanal vardır: 1) Aile ve yakın çevre, 2) Eğitim,
3) İletişim araçları, 4) Resmî ve özel kurum ve kuruluşlar. Ülkemizde aileler çoğunlukla
okumamış ve kültürsüz olduğu için diğer kanallara daha fazla iş düşmektedir.
Kanallardan biri veya birkaçı çalışmazsa fertlerdeki mensubiyet duygusu zayıflar. Hele
kanallardan hiçbiri çalışmıyorsa mensubiyet duygusunun ortadan kalkması bile
mümkündür. Türkiye’de şu anda buna benzer bir hâl yaşamaktayız.
Okumamış aile, çocuklarına dilden ve kültürün parçası olan birkaç folklorik ögeden
başka hiçbir şey aktarmıyor. Eğitimin –kanunlarda yazılı olmasına rağmen-
böyle bir derdi yok. İletişim araçları ise yalnız kazanç peşinde.
Geriye sadece bazı özel kuruluşlar kalıyor. Aile, eğitim, iletişim araçları kanallarının çalışmadığı
durumda bazı özel kuruluşların etkisinin de hiç mesabesinde olacağı
açıktır. Bugün ülkemizde insanların bir kısmı artık kendini Türk hissetmiyorsa
bunun başlıca sorumlusu, resmî sorumlusu eğitim sistemidir. Her çağdaş
ülkenin ilk ve orta öğretimi; millî dil, edebiyat, tarih ve kültürünü yetişme çağındaki
çocuklarına aktarır; böylece onlarda bir millete mensup olma duygu ve düşüncesini
pekiştirip sağlamlaştırır. Türkiye Cumhuriyeti resmî dilini kendi vatandaşlarına
öğretememiş bir eğitim sistemine sahiptir. 30-40 yıldır da ana dili Türkçe olanlara ölçünlü
(standart) ve edebî Türkçeyi öğretememektedir. Üniversitenin 50-100 kişilik
birinci sınıflarında “değirmi, iptidai, mürşit, pars, bön” kelimelerini bilen sadece birkaç kişi
çıkıyor. Bunu son yıllarda sürekli deniyorum ve hep aynı sonucu alıyorum. Bu
durumda Türk edebiyatının da öğretilmediğini söylemek zait oluyor. Edebî Türkçeyi öğrenmeyen
edebiyatı da zaten öğrenmemiş demektir. Aynı şekilde liseyi bitiren hiçbir genç (bu, mübalağalı bir ifade değildir.)
tarihini de bilmemektedir. Evet, çağdaş ülkelerin ilk ve orta öğretimi gençlerine bunları kazandırır. “Çağdaş ülke”
kelimelerini özellikle koyulaştırdım. İkinci cumhuriyetçilere, liberallere ve kendilerini çağdaş olarak
niteleyen bütün aydınlara anlatabilmek için. Orta öğretimin
sonuna kadar, Shakespeare’i öğretmeyen bir İngiliz eğitimi, Goethe ve Schiller’i öğretmeyen
bir Alman eğitimi, Voltaire’i, Hugo’yu öğretmeyen bir Fransız eğitimi düşünülemez. Son
20-30 yılda Türkiye’de liseyi bitirmiş olan öğrencilere ne öğretildiğini bana söyleyebilir misiniz? Fuzuli’yi, Baki’yi,
Nedim’i mi öğretiyoruz? Dede Korkut boylarını mı?
Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Karacaoğlan’ı mı? Namık Kemal’i, Hâmid’i, Fikret’i, Akif’i mi?
Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i mi? Ömer Seyfettin, Sait Faik, Reşat
Nuri, Halide Edip, Peyami Safa, Tanpınar? Hangisini öğretiyoruz?
Hiç kimse lise edebiyat kitaplarında bunlar var demesin. Kendi kendimizi
kandırmayalım. Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri! Anket mi yaparsınız, yoklama mı
yaparsınız, imtihan mı edersiniz... Bana inanmıyorsanız siz de lise
mezunlarının edebiyat ve tarih bilgilerini kontrol ediniz. Edebiyatta da,
tarihte de aynı sonuçları alacaksınız. En kesin ve çarpıcı bir ifadeyle
söylüyorum. Türkiye’de bugün ilk ve orta öğretim yoktur; çocukların 11 (şimdi
12) yıl boyunca oyalandıkları ve sonunda diploma denilen resmî bir belge
edindikleri şekilsiz binalar vardır. Böyle bir eğitim sisteminin milli dili, kültürü, tarihi yeni
nesillere aktarmadığı ve aktaramayacağı açıktır. O halde sağcısı, solcusu, çağdaşı, liberali, muhufazakârı ile bütün Türk aydınlarının bu
mesele üzerine eğilmeleri ve bunu hayati bir mesele olarak ele almaları gerekiyor. Mevcut
yöneticilere de bir rapor yazıp bunu hatırlatalım mı? Acaba böyle bir kaygıları
var mı?
Bu uzun
parantezi burada kapatıp Türk milliyetçiliğine ve milliyetçilere dönebiliriz. Türk milletini tarif
ederken saydığımız ögeleri hatırlayalım: Soy, dil, kültür, tarih, toprak (vatan). Bir de
Türkçülük tarifimizi hatırlayalım: Türk milletini sevmek ve onun yükselmesini
istemek. Sevdiğimiz ve yükselmesini istediğimiz nedir? Türk milleti. Türk milleti nedir? Ortak soy,
dil, kültür, tarih, vatan. O halde soyumuzu, dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi
ve vatanımızı seveceğiz ve bunları yükseltmek, geliştirmek
için çalışacağız. Türk milliyetçiliği budur. Tabii ki sevdiğimiz, yükselmesini ve gelişmesini
istediğimiz bu ögeleri aynı zamanda iyi bileceğiz ve sürekli araştıracağız. Türk soyunu seviyoruz ama Türk genini araştırmıyoruz;
yabancıların gen araştırmalarına zihinlerimizi teslim ediyoruz. Hem bunun
için, hem de milletin yükselmesinin en önemli yollarından biri bilim olduğu,
bugünün ve geleceğin en önemli bilim dallarından biri de genetik olduğu için
bu konuya milliyetçiler olarak özel önem vermemiz gerekiyor. Dilimizi seviyoruz
ama Bilge Kağan millete neler söylemiş haberimiz yok. Her gün konuştuğumuz
dilin en eski metinleri Köktürk (Orhun) anıtları ama Türk milliyetçileri olarak
onları bilmiyoruz. Üstelik ABD’den Japonya’ya, Polonya’dan Çin’e, Fransa’dan
Rusya’ya kadar dünyanın birçok ülkesindeki bilim adamlarının ilgisini çeken bir
konu. Biz ise kendimize milliyetçi diyoruz ve dilimizin ilk metinlerini
bilmiyoruz. Daha sonra bu dilin nasıl geliştiğini de bilmiyoruz. 11. yüzyılda 8 000 kelimelik sözlüğümüz
olduğunu bilmiyoruz. Aynı yıllarda siyaset bilimi ve kamu yönetimi ile ilgili 13
290 mısralık koca bir eser yazdığımızdan da haberimiz yok. Ne Dede Korkut’taki, ne Yunus
Emre’deki, ne Fuzuli’deki dilin müzikal örgüsüne vâkıfız. Geçmişte
nasıl geliştiğini bilmediğimiz bu dilin tabii ki nasıl geliştirileceği de bizi ilgilendirmiyor. Ama biz milliyetçiyiz. Bilge
Kağan’ın diliyle Yunus’un, Fuzuli’nin, Namık Kemal’in, Akif’in, Tarancı’nın
dili aynı olmadığı gibi kültürümüz, kültürümüzü oluşturan ögeler de aynı değil. Köktürklerle Osmanlılar
yüzde yüz aynı âdet, inanış, yaşama tarzı, giyim kuşam, müzik, yemek, sofra adabı vb. kültür tezahürlerine
sahip olsalardı 16. ve 17. yüzyılların en büyük gücü ortaya çıkar mıydı? Aynı
soruyu Osmanlı ile bugünü karşılaştırarak da sorabiliriz? Osmanlı Türkünün kültür
tezahürlerini bugün aynen yaşatmakla üstün bir güce ulaşabilir miyiz? İsterseniz
soruyu biraz daha somutlaştıralım: Osmanlı Türk edebiyatını, müziğini,
resmini, sahne ve gölge oyunlarını, giyimini, yemeklerini, sofra adabını, şehir
düzenini aynen yaşatıp devam ettirmekle üstün bir edebiyat, müzik, resim, sahne ve perde
sanatı... oluşturabilir misiniz? Osmanlı Türklerinde olmayan batı tarzı romanı
edebiyatımıza taşıdık; çok da güzel ve başarılı romanlar yazdık. Buna kimsenin itirazı olmuyor; ama
iş müziğe, sahne sanatlarına gelince özellikle milliyetçilerden itirazlar başlıyor.
Opera da neymiş, orkestra da neymiş? Eğer Osmanlı Türkü, şu Fars züppeliği olan mesnevi de neymiş deseydi, ne Fuzuli’nin
Leylâ vü Mecnun’u, ne Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ı olacaktı. Bir de bazı milliyetçiler, züppelik
saydıkları opera, operet, senfoni orkestrası gibi sanatların Cumhuniyet
devrinde geldiğini zannedip Cumhuriyete de tavır koyuyorlar. Halbuki hepimizin çok sevdiği padişahlarımız
bunların gelmesine, öğrenilmesine öncülük ettiler; saraylarında da bunları icra
ettirdiler. Kıyafet inkılabı da bildiğimiz gibi Üçüncü Selim ve özellikle İkinci
Mahmud’la başladı. Yabancı formları, teknikleri alır, içine kendi milli özünüzü
koyarsınız. Üzeyir Hacıbeyli’nin Köroğlu veya Leylâ-Mecnun operaları gibi. Osmanlı Türk müziğinin
kökeni konusunda yanılmış olsa da Gökalp’ın demek istediği
buydu. Onu anlamadığımız için 20. yüzyılın Türk müziğini, operasını yaratamadık. Şimdi
sadece tarihî müziğimiz (o da sadece 19. yy ve 20. yy başı) ile halk (folklor) müziğimizi icra ediyoruz. 20.
yüzyıl Türk müziği olarak da ya arabesk, ya pop dinliyoruz. Yeni yeni Türk dünyası müziğinden
haberdar olduk ve onların 20. yüzyılda da üstün müzik eserleri ortaya
koyduklarını hayretle gördük. Sonuç olarak tarih boyunca Türk kültürünü, onun
tezahürlerini ve gelişmelerini incelersek önümüzü de görmüş ve
bundan sonra kültürümüzü nasıl geliştireceğimizi anlamış oluruz.
Tarih ve vatan
için de aynı şeyleri düşünebiliriz. Türk milliyetçileri tarihlerini ne kadar biliyorlar;
vatanlarını, topraklarını, topraklarının altında ve üstünde bulunanları ne
kadar tanıyorlar? Meselâ 1890’larda
vatan topraklarımızın ne kadarı bağımsızdı; ne kadarı düşman işgaline uğramıştı? Nerelere ulaşan ne tür yollar vardı? Kara yolu, demir yolu, deniz
yolu? Nereden nereye kadar demir yolu hattı döşenmişti? Ulaşım
nasıl sağlanıyordu; insanlar bir yerden bir yere nasıl gidiyordu? 1890’lara ait bir
veya birkaç Amerikan filminde ABD için bunların cevabını bulabilirsiniz. Türk
milliyetçileri böyle filmler yapmayı düşündü mü? Yahut da şöyle soralım: Kendilerine milliyetçi diyenlerin böyle
kaygıları var mı? Yoksa ben farkında değilim de milliyetçilik artık hanımlarımızın saçlarını
koruyalım, imam-hatip okullarına dokundurtmayalım, cemaat ve tarikatlarımızı
ezdirmeyelim noktasına mı geldi? En azından, biz de aynı şeyleri
söyleyelim ki muhafazakâr seçmenimizin oyları filan partiye gitmesin kaygısı mı
artık milliyetçilik olarak algılanıyor? Türk milliyetçisiyiz ama tarihimizden
vazgeçtik, milliyetçiliğimizin tarihini bilmiyoruz. Ahmet Vefik Paşa,
Necip Asım, İsmail Gaspıralı, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ömer Seyfettin, Ahmet Hikmet
Müftüoğlu, Hasan Ferit Cansever, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Sadri
Maksudi Arsal, Nihal Atsız, Nejdet Sançar, Alpaslan Türkeş, Fethi
Tevetoğlu, Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu, Baymirza Hayıt, Muharrem Ergin, İlhan
Darendelioğlu, Galip Erdem, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ, Erol Güngör...Genç
ve hatta yetişkin milliyetçilerimiz belki bunlardan birkaçının adını işitmiştir.
Ama herhangi birinin bir eserini okuyan milliyetçilerimizin sayısı acaba ne
kadardır?
Sonuç: Kültür
olmadan, bilgi olmadan, sanat olmadan milliyetçilik olmaz. Bugün gördüğümüzün
adı milliyetçilik değil, sadece milli tepkidir. Toplumda evet, milli tepki
vardır; fakat milliyetçilik yoktur. Kültür adamına, bilim adamına, sanat
adamına sahip olmayan bir grubun, camianın, derneğin, partinin iletişim
araçlarında etkili olması ve toplum üzerinde tesir icra etmesi mümkün değildir. Böyle bir camianın içinden tesadüfen çıkan kültür
ve sanat adamları da eğer yeterli karakter sağlamlığına sahip değillerse çevrelerini değiştirirler. Yani bazı insanların dönekliğinde
karakterlerinin zayıflığı kadar, sanata ve kültüre önem vermemenin de rolü
vardır. Türk milliyetçileri toplumun gidişinde rol sahibi olmak istiyorlarsa, Meşrutiyet
döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bugün de sanata,
bilime, kültüre ve tarihe önem vermelidirler.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ HAKKINDA
Şubat 2008 - Yıl 97 - Sayı 246