TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ HAKKINDA

Şubat 2008 - Yıl 97 - Sayı 246

Yaşanan olaylar ve içinde bulunduğumuz durum, kendilerini milliyetçi kabul edenlerin zihinlerini iyice karıştırmışa benziyor. Öncelikle “millet” kelimesini Arapçadaki anlamıyla yani “ümmet” olarak kabul edenleri bir yana bırakalım. Biz “millet”in Türkçedeki anlamını esas alıyoruz. “Millet Arapçadan dilimize girmiştir; Arapçadaki asıl anlamı da ümmettir; dolayısıyla millet sözünü bu anlamda kullanmak gerekir” diyenler vardır ve “millet” kelimesinin başında “Türk” sözünü ısrarla kullanmayanların zamirinde de bu düşünce bulunmaktadır. Bunlar dil biliminden, dil bilimindeki anlam değişmesi kavramından habersiz kimselerdir. Bu düşünceye göre “mektep”i de “okul” anlamında değil “büro” anlamında kullanmak gerekir. Anlam değişmesi kavramından habersiz olanlara Gökalp’ın verdiği bir örnek, susturucu bir cevap olabilir. Gökalp mealen şöyle diyor: “Misafirlikte size terlik verdikleri zaman ‘gerek yok, ayağım terli değil’ derseniz gülünç olmaz mı? Terliğin asıl anlamı ter için kullanılan şeydir; ancak bugün anlamı değişmiş ve bildiğimiz anlamı kazanmıştır.” Evet, bu kadar bahsederek bu anlayışta olanları bir yana bırakıyoruz. Gelelim Türkçedeki anlamıyla milliyetçiliğe, Türk milliyetçiliğine. Gökalp’ın, Akçura’nın, Atsız’ın ve onların dönemindeki birçok aydının çekinmeden kullandıkları kısaltılmış biçimiyle Türkçülüğe. Türkçülük, en kısa tarifiyle Türk milletini sevmek ve onun yükselmesini istemek demektir. Bu tarifteki sevmek, işin duygu yanını, istemek ise ülkü yanını gösterir. Yani Türk milliyetçiliği, sadece Türk’ü sevmekten, duygudan ibaret değildir; aynı zamanda milleti yükseltmek ülküsüdür. Elbette sevmek ve yükseltmek kavramları içinde korumak kavramı da kendiliğinden vardır. Sevdiğiniz ve yükseltmek istediğiniz bir varlığı korumak istemeniz de tabiidir. Türkçülük duygudan ibaret olmadığına, bir ülkü olduğuna göre, yükseltmek istediğiniz Türk varlığını bilmeniz gerekeceği de açıktır. O halde her Türkçü “Türk milleti nedir, Türk kimdir?” sorularına cevap vermelidir. Bu cevap sağlam olursa zihinler karışmaz. Millet, bugünlerde sık sık ifade edildiği gibi hukuki veya siyasi bir kavram değildir; sosyolojik bir kavramdır ve benim bu çerçevede, yukarıdaki sorulara cevabım şudur: Türk milleti; Türk soyundan gelen, Türk dilini konuşan, ortak bir kültüre sahip olan, genellikle ortak bir tarih ve toprağı paylaşan, geçmişten geleceğe devam eden ve bu ortaklıklardan birine, birkaçına veya hepsine sahip olduğu için kendini Türk kabul eden insanlar topluluğudur ve bu, biyolojik-psikolojik-sosyolojik bir olgudur. Günün şartları ve sıkıntıları yüzünden bu olgunun herhangi bir ögesini yok farz edemeyiz; şartlara göre farklı farklı tarifler üretemeyiz. Aslında yukarıdaki tarif dikkatle incelenirse hiç kimsenin sıkıntıya girmesine de gerek yoktur. Almanya’da yaşayan üçüncü nesilden bir Türk çocuğu Türkçeyi unutmuş olsa da Türk ana babadan geldiğini biliyor ve bundan dolayı kendini Türk hissediyorsa Türktür. Anadolu’da aynı kültürü, toprağı ve tarihi paylaştığımız insanlar, farklı soydan gelseler de, farklı dil kullansalar da ortak kültür, vatan ve tarih dolayısıyla kendilerini Türk hissedebilirler ve samimi olarak kendilerini Türk kabul edenlere de hiç kimsenin bir diyeceği olamaz. Kültürün önemli ögelerinden biri dindir. Farklı dinden olan Gagavuzlar ve hatta bir ateist, diğer ortak ögeler sebebiyle kendini Türk kabul edebilir; buna da bir diyeceğimiz olamaz. Toplumun farklı katmanları az çok  ve hatta bir hayli farklı kültür kodlarına sahip olabilirler; ancak diğer ortaklıklar onları da tek bir millet yapar. Tarifin sonundaki “kendini Türk kabul eden” ibaresi “mensubiyet duygusu” şeklinde de ifade edilmiştir. Yani ortaklıklardan sadece birkaçı ve hatta bazen sadece biri insanda “mensubiyet duygusu” yaratabilir ve bu duygu dolayısıyla insan kendisini bir topluluğa, bir millete ait kabul eder. Sadri Maksudi Arsal’ın “Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları” adlı eseri “mensubiyet duygusu”nun kaynaklarını çok iyi işleyen bir eserdir. Burada hatırlamamız gereken bir nokta da şudur: “Mensubiyet duygusu” insanlarda kendi kendine var olabilir; ancak bunun bir teminatı yoktur. Bu bakımdan toplum, çeşitli kanallarla fertlerdeki mensubiyet duygusunu zayıflatmamaya ve pekiştirmeye çalışır. Bunun için başlıca dört kanal vardır: 1) Aile ve yakın çevre, 2) Eğitim, 3) İletişim araçları, 4) Resmî ve özel kurum ve kuruluşlar.  Ülkemizde aileler çoğunlukla okumamış ve kültürsüz olduğu için diğer kanallara daha fazla iş düşmektedir. Kanallardan biri veya birkaçı çalışmazsa fertlerdeki mensubiyet duygusu zayıflar. Hele kanallardan hiçbiri çalışmıyorsa mensubiyet duygusunun ortadan kalkması bile mümkündür. Türkiye’de şu anda buna benzer bir hâl yaşamaktayız. Okumamış aile, çocuklarına dilden ve kültürün parçası olan birkaç folklorik ögeden başka hiçbir şey aktarmıyor. Eğitimin –kanunlarda yazılı olmasına rağmen- böyle bir derdi yok. İletişim araçları ise yalnız kazanç peşinde. Geriye sadece bazı özel kuruluşlar kalıyor. Aile, eğitim, iletişim araçları kanallarının çalışmadığı durumda bazı özel kuruluşların etkisinin de hiç mesabesinde olacağı açıktır. Bugün ülkemizde insanların bir kısmı artık kendini Türk hissetmiyorsa bunun başlıca sorumlusu, resmî sorumlusu eğitim sistemidir. Her çağdaş ülkenin ilk ve orta öğretimi; millî dil, edebiyat, tarih ve kültürünü yetişme çağındaki çocuklarına aktarır; böylece onlarda bir millete mensup olma duygu ve düşüncesini pekiştirip sağlamlaştırır. Türkiye Cumhuriyeti resmî dilini kendi vatandaşlarına öğretememiş bir eğitim sistemine sahiptir. 30-40 yıldır da ana dili Türkçe olanlara ölçünlü (standart) ve edebî Türkçeyi öğretememektedir. Üniversitenin 50-100 kişilik birinci sınıflarında “değirmi, iptidai, mürşit, pars, bön” kelimelerini bilen sadece birkaç kişi çıkıyor. Bunu son yıllarda sürekli deniyorum ve hep aynı sonucu alıyorum. Bu durumda Türk edebiyatının da öğretilmediğini söylemek zait oluyor. Edebî Türkçeyi öğrenmeyen edebiyatı da zaten öğrenmemiş demektir. Aynı şekilde liseyi bitiren hiçbir genç  (bu, mübalağalı bir ifade değildir.) tarihini de bilmemektedir. Evet, çağdaş ülkelerin ilk ve orta öğretimi gençlerine bunları kazandırır. “Çağdaş ülke” kelimelerini özellikle koyulaştırdım. İkinci cumhuriyetçilere, liberallere ve kendilerini çağdaş olarak niteleyen bütün aydınlara anlatabilmek için. Orta öğretimin sonuna kadar, Shakespeare’i öğretmeyen bir İngiliz eğitimi, Goethe ve Schiller’i öğretmeyen bir Alman eğitimi, Voltaire’i, Hugo’yu öğretmeyen bir Fransız eğitimi düşünülemez.  Son 20-30 yılda Türkiye’de liseyi bitirmiş olan öğrencilere ne öğretildiğini bana söyleyebilir misiniz? Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i mi öğretiyoruz? Dede Korkut boylarını mı?  Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Karacaoğlan’ı mı?  Namık Kemal’i, Hâmid’i, Fikret’i, Akif’i mi? Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i mi? Ömer Seyfettin, Sait Faik, Reşat Nuri, Halide Edip, Peyami Safa, Tanpınar? Hangisini öğretiyoruz? Hiç kimse lise edebiyat kitaplarında bunlar var demesin. Kendi kendimizi kandırmayalım. Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri! Anket mi yaparsınız, yoklama mı yaparsınız, imtihan mı edersiniz... Bana inanmıyorsanız siz de lise mezunlarının edebiyat ve tarih bilgilerini kontrol ediniz. Edebiyatta da, tarihte de aynı sonuçları alacaksınız. En kesin ve çarpıcı bir ifadeyle söylüyorum. Türkiye’de bugün ilk ve orta öğretim yoktur; çocukların 11 (şimdi 12) yıl boyunca oyalandıkları ve sonunda diploma denilen resmî bir belge edindikleri şekilsiz binalar vardır. Böyle bir eğitim sisteminin milli dili, kültürü, tarihi yeni nesillere aktarmadığı ve aktaramayacağı açıktır. O halde sağcısı, solcusu, çağdaşı, liberali, muhufazakârı ile bütün Türk aydınlarının bu mesele üzerine eğilmeleri ve bunu hayati bir mesele olarak ele almaları gerekiyor. Mevcut yöneticilere de bir rapor yazıp bunu hatırlatalım mı? Acaba böyle bir kaygıları var mı? Bu uzun parantezi burada kapatıp Türk milliyetçiliğine ve milliyetçilere dönebiliriz. Türk milletini tarif ederken saydığımız ögeleri hatırlayalım: Soy, dil, kültür, tarih, toprak (vatan). Bir de Türkçülük tarifimizi hatırlayalım: Türk milletini sevmek ve onun yükselmesini istemek. Sevdiğimiz ve yükselmesini istediğimiz nedir? Türk milleti. Türk milleti nedir? Ortak soy, dil, kültür, tarih, vatan. O halde soyumuzu, dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi ve vatanımızı seveceğiz ve bunları yükseltmek, geliştirmek için çalışacağız. Türk milliyetçiliği budur. Tabii ki sevdiğimiz, yükselmesini ve gelişmesini istediğimiz bu ögeleri aynı zamanda iyi bileceğiz ve sürekli araştıracağız. Türk soyunu seviyoruz ama Türk genini araştırmıyoruz; yabancıların gen araştırmalarına zihinlerimizi teslim ediyoruz. Hem bunun için, hem de milletin yükselmesinin en önemli yollarından biri bilim olduğu, bugünün ve geleceğin en önemli bilim dallarından biri de genetik olduğu için bu konuya milliyetçiler olarak özel önem vermemiz gerekiyor. Dilimizi seviyoruz ama Bilge Kağan millete neler söylemiş haberimiz yok. Her gün konuştuğumuz dilin en eski metinleri Köktürk (Orhun) anıtları ama Türk milliyetçileri olarak onları bilmiyoruz. Üstelik ABD’den Japonya’ya, Polonya’dan Çin’e, Fransa’dan Rusya’ya kadar dünyanın birçok ülkesindeki bilim adamlarının ilgisini çeken bir konu. Biz ise kendimize milliyetçi diyoruz ve dilimizin ilk metinlerini bilmiyoruz. Daha sonra bu dilin nasıl geliştiğini de bilmiyoruz. 11. yüzyılda 8 000 kelimelik sözlüğümüz olduğunu bilmiyoruz. Aynı yıllarda siyaset bilimi ve kamu yönetimi ile ilgili 13 290 mısralık koca bir eser yazdığımızdan da haberimiz yok. Ne Dede Korkut’taki, ne Yunus Emre’deki, ne Fuzuli’deki dilin müzikal örgüsüne vâkıfız. Geçmişte nasıl geliştiğini bilmediğimiz bu dilin tabii ki nasıl geliştirileceği de bizi ilgilendirmiyor. Ama biz milliyetçiyiz. Bilge Kağan’ın diliyle Yunus’un, Fuzuli’nin, Namık Kemal’in, Akif’in, Tarancı’nın dili aynı olmadığı gibi kültürümüz, kültürümüzü oluşturan ögeler de aynı değil. Köktürklerle Osmanlılar yüzde yüz aynı âdet, inanış, yaşama tarzı, giyim kuşam, müzik, yemek, sofra adabı vb. kültür tezahürlerine sahip olsalardı 16. ve 17. yüzyılların en büyük gücü ortaya çıkar mıydı? Aynı soruyu Osmanlı ile bugünü karşılaştırarak da sorabiliriz? Osmanlı Türkünün kültür tezahürlerini bugün aynen yaşatmakla üstün bir güce ulaşabilir miyiz? İsterseniz soruyu biraz daha somutlaştıralım: Osmanlı Türk edebiyatını, müziğini, resmini, sahne ve gölge oyunlarını, giyimini, yemeklerini, sofra adabını, şehir düzenini aynen yaşatıp devam ettirmekle üstün bir edebiyat, müzik, resim, sahne ve perde sanatı... oluşturabilir misiniz? Osmanlı Türklerinde olmayan batı tarzı romanı edebiyatımıza taşıdık; çok da güzel ve başarılı romanlar yazdık. Buna kimsenin itirazı olmuyor; ama iş müziğe, sahne sanatlarına gelince özellikle milliyetçilerden itirazlar başlıyor. Opera da neymiş, orkestra da neymiş? Eğer Osmanlı Türkü, şu Fars züppeliği olan mesnevi de neymiş deseydi, ne Fuzuli’nin Leylâ vü Mecnun’u, ne Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ı olacaktı. Bir de bazı milliyetçiler, züppelik saydıkları opera, operet, senfoni orkestrası gibi sanatların Cumhuniyet devrinde geldiğini zannedip Cumhuriyete de tavır koyuyorlar. Halbuki hepimizin çok sevdiği padişahlarımız bunların gelmesine, öğrenilmesine öncülük ettiler; saraylarında da bunları icra ettirdiler. Kıyafet inkılabı da bildiğimiz gibi Üçüncü Selim ve özellikle İkinci Mahmud’la başladı. Yabancı formları, teknikleri alır, içine kendi milli özünüzü koyarsınız. Üzeyir Hacıbeyli’nin Köroğlu veya Leylâ-Mecnun operaları gibi. Osmanlı Türk müziğinin kökeni konusunda yanılmış olsa da Gökalp’ın demek istediği buydu. Onu anlamadığımız için 20. yüzyılın Türk müziğini, operasını yaratamadık. Şimdi sadece tarihî müziğimiz (o da sadece 19. yy ve 20. yy başı) ile halk (folklor) müziğimizi icra ediyoruz. 20. yüzyıl Türk müziği olarak da ya arabesk, ya pop dinliyoruz. Yeni yeni Türk dünyası müziğinden haberdar olduk ve onların 20. yüzyılda da üstün müzik eserleri ortaya koyduklarını hayretle gördük. Sonuç olarak tarih boyunca Türk kültürünü, onun tezahürlerini ve gelişmelerini incelersek önümüzü de görmüş ve bundan sonra kültürümüzü nasıl geliştireceğimizi anlamış oluruz. Tarih ve vatan için de aynı şeyleri düşünebiliriz. Türk milliyetçileri tarihlerini ne kadar biliyorlar; vatanlarını, topraklarını, topraklarının altında ve üstünde bulunanları ne kadar tanıyorlar?  Meselâ 1890’larda vatan topraklarımızın ne kadarı bağımsızdı; ne kadarı düşman işgaline uğramıştı? Nerelere ulaşan ne tür yollar vardı? Kara yolu, demir yolu, deniz yolu? Nereden nereye kadar demir yolu hattı döşenmişti? Ulaşım nasıl sağlanıyordu; insanlar bir yerden bir yere nasıl gidiyordu? 1890’lara ait bir veya birkaç Amerikan filminde ABD için bunların cevabını bulabilirsiniz. Türk milliyetçileri böyle filmler yapmayı düşündü mü? Yahut da şöyle soralım: Kendilerine milliyetçi diyenlerin böyle kaygıları var mı? Yoksa ben farkında değilim de milliyetçilik artık hanımlarımızın saçlarını koruyalım, imam-hatip okullarına dokundurtmayalım, cemaat ve tarikatlarımızı ezdirmeyelim noktasına mı geldi? En azından, biz de aynı şeyleri söyleyelim ki muhafazakâr seçmenimizin oyları filan partiye gitmesin kaygısı mı artık milliyetçilik olarak algılanıyor? Türk milliyetçisiyiz ama tarihimizden vazgeçtik, milliyetçiliğimizin tarihini bilmiyoruz. Ahmet Vefik Paşa, Necip Asım, İsmail Gaspıralı, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ömer Seyfettin, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Hasan Ferit Cansever, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Sadri Maksudi Arsal, Nihal Atsız, Nejdet Sançar, Alpaslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu, Baymirza Hayıt, Muharrem Ergin, İlhan Darendelioğlu, Galip Erdem, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ, Erol Güngör...Genç ve hatta yetişkin milliyetçilerimiz belki bunlardan birkaçının adını işitmiştir. Ama herhangi birinin bir eserini okuyan milliyetçilerimizin sayısı acaba ne kadardır? Sonuç: Kültür olmadan, bilgi olmadan, sanat olmadan milliyetçilik olmaz. Bugün gördüğümüzün adı milliyetçilik değil, sadece milli tepkidir. Toplumda evet, milli tepki vardır; fakat milliyetçilik yoktur. Kültür adamına, bilim adamına, sanat adamına sahip olmayan bir grubun, camianın, derneğin, partinin iletişim araçlarında etkili olması ve toplum üzerinde tesir icra etmesi  mümkün değildir. Böyle bir camianın içinden tesadüfen çıkan kültür ve sanat adamları da eğer yeterli karakter sağlamlığına sahip değillerse çevrelerini değiştirirler. Yani bazı insanların dönekliğinde karakterlerinin zayıflığı kadar, sanata ve kültüre önem vermemenin de rolü vardır. Türk milliyetçileri toplumun gidişinde rol sahibi olmak istiyorlarsa, Meşrutiyet döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bugün de sanata, bilime, kültüre ve tarihe önem vermelidirler. 

Türk Yurdu Şubat 2008
Türk Yurdu Şubat 2008
Şubat 2008 - Yıl 97 - Sayı 246

E-Dergi: Ücretsiz

Sayının Makaleleri İncele