Seçimlerden sonra “halktan kopuk” sözleri, moda ifadelerden biri hâline geldi. Seçimi kazananlar halktan kopuk değil imişler. Halka o kadar yakın imişler ki halk onları kendilerinden biliyormuş. Seçimi kazanmalarında da bunun etkisi büyükmüş. Sanki iktidara kendisi gelmiş gibi hissediyormuş halk. Seçimi kazanamayanlar ise halktan kopuk imişler. Halka tepeden bakıyorlar, onları hor görüyorlarmış. Bu sebeple de hiçbir zaman seçim kazanamıyorlarmış.
Gazete köşelerini tutanların kimisi bunu, yukarıdaki gibi basit ifadelerle anlatıyor; kimisi de bilgiç bir üslûpla. Sanki sosyolojik araştırmalar yapmışlar da araştırmalarının ilmî sonuçlarını aktarıyorlar edasında. Aynı görüşler, gazete köşelerinden ve ekranlardan gündelik konuşmalara da yansıyor. Kiminle konuşuyorsanız aynı bilmiş ifadelerle karşılaşıyorsunuz. Bu düşünce kamuoyunu o kadar etkisi altına alıyor ki partilerin bazıları kendilerine ona göre çeki düzen vermeye çalışıyorlar. Halkın karşısında durulmazmış; halk böyle istemiş, öyleyse böyle davranmalıymış.
Eğer bu düşünceler doğruysa o zaman ayrı ayrı partilere ne lüzum var? Hepiniz, seçimleri kazanarak halka en yakın olduğunu ispat eden partiye iltihak ediniz. Milletin aklını da karıştırmayınız; enerjisini de boşuna harcamayınız. Bakınız, onlar halk gibi çapaçul giyiniyorlar; saçları, sakalları, hele bıyıkları tam da halk gibi. Zaman zaman argo ile zaman zaman köylü diliyle konuşuyorlar. Vücut hareketlerini de halktan ayırmak hiç mümkün değil. Bir de ramazanlarda gecekondulara misafir oldunuz mu tamam. Bence halkın sofrasına oturup lahmacuna da bir el atıvermek lâzım. Sultanahmet’te kurulan çadırlarda bu iş çok da gösterişli olabilir. Zaten evine bulguru, kömürü yığıyorsun. Daha bir sürü erzak ve hediye. Vallahi bunlar tam da halkın içinden çıkmış. Okumuşlar ama bizden hiç farkları yok. Devlet makamlarına gelmişler; kimisi belediye başkanı, kimisi bakan olmuş ama vallahi her biri yetim babası. Halkı böyle düşündürten, onlara bu hissi çok iyi veren bir parti var. Siz de partilerinizi kapatıp ona katılıverin. Bunu siz yapmazsanız halk zaten yapıyor. Bakınız, merkezin azametli partilerini nasıl da silip süpürüverdiler. Eğer kendinizi feshetmeyecekseniz iyice merkeze geliniz ki halk sizi de silerek yetim babalarının yüzünü iyice güldürsün.
Bence, söze “halktan kopmamak lâzım” diye başlayanların düşüncelerinin tabii sonucu budur. Zaten halktan kopmamış bir parti var; herkes o partide toplanmalı.
Oysa biz, halkın refah seviyesini yükseltmek yanında, siyasi partilerin, bir de halkın kültür seviyesini yükseltmek gibi bir görevi olduğunu sanıyorduk. Yani halkı hor görmemek ama, halk gibi konuşup davranmak yerine halkı kültürlü hâle getirerek onları medenî kalıplar içine sokmak. Köylüleşmek, şehirlerde köylü gibi yaşamak veya şehirleri köy hâline getirmek yerine köyleri modernleştirerek onları küçük şehirler hâline getirmek; içinde yaşayanları da güzel bir dille konuşan, medenî davranan insanlar hâline getirmek. Basit bir örnekle konuyu açayım. Köyünde koyunlarını otlatan bir çoban veya hasat zamanı buğdayını biçen bir çiftçi, yorgunluğunu atmak için çayırın üzerine veya bir ağacın altına uzanıverir; mavi göğe dalar gider. Vakit gelince çıkınını açıp yemeğini de çayırın üzerinde yer; üzerine de afiyetle bir güzel ayran içer. Köyde, arazide, tarlada bu durum hiç yadırganmaz. Hatta bundan bir Van Gogh resmi bile çıkarabilirsiniz. Ancak şehrin ortasındaki bir hastahanenin bahçesinde veya bulvarın ortasındaki çimenler üzerinde aynı davranışlar sergilenemez. İşte bizim halktan kopmamış partilerimiz, bu manzaraları ortaya çıkaran politikaların sahipleridir. Halka yakın olmak iddiasındaki partiler 60 küsur yıldır Anadolu’yu ve köylerimizi boşalttılar. İstanbul 15, Ankara 5, İzmir 4 milyon. Yani toplam 24 milyon. Türkiye nüfusunun üçte biri üç büyük şehirde. Bu kadar hızlı şişen şehirlerin bu nüfusu eğitebilmesi, medenî hâle getirebilmesi mümkün değil. Şehirde de köyde davrandıkları gibi davranmaları, cadde ve bulvarlarda köy yollarında yürür gibi yürümeleri olağan bir sonuç. Sanki büyük iş makinaları, kepçelerini Anadolu köylerine daldırmışlar ve topladıkları insancıkları şehirlerin üstüne serpivermişler. Ülke nüfusunun üçte biri üç büyük şehirde veya nüfusun yarısı 15 büyük şehirde. Ülkeyi boşaltıp birkaç şehre yığmışız; sonra da bu ülke bizim diyoruz.
Bunları söylediğiniz zaman halktan kopmamış bilgiç sosyologlar ve partilerin bilgiç ideologları “Şehre gelen halka nasıl git diyebilirsiniz; insanların istedikleri yere yerleşmelerine engel olmak demokrasiyle bağdaşır mı?” diye sorarlar. İyi de halka yakın iktidarlar her yıl gecekondu affı çıkarıp halka tapu dağıtmadı mı? Meşru yollarla yapılmayan evlerden bir anda mahalleler üreyip (gecekondu kelimesi bunu çok güzel anlatıyor) şehirlerin etrafını sarmadı mı? Bu kanunlara aykırı mahallelere belediyeler yol, su, elektrik, otobüs götürmedi mi? Sonunda da tapu verip kanunsuzluğu teşvik etmedi mi? Hatta bazı belediye başkanları hemşehrilerini özel olarak şehirlere yönlendirmedi mi? Bu mu demokrasi ve insan hakkı? Örnek aldığınız batı demokrasilerinin hangisinde bu var? Demokrasi demek öncelikle kanun hâkimiyeti demek değil mi? Bu politikalar yıllardan beri Türkiye’de “Halka yakın, halktan kopmayan politikalar” olarak nitelendiriliyor ve uygulayıcıları da halk tarafından ödüllendiriliyor. Yani kanunsuz yollardan menfaat temin eden halk da kendisine bu çıkarı sağlayanları yetim babası gibi görüp ödüllendiriyor.
Bir de şu var: Toprağı yeterli olmayan, köyde geçinemeyen halk şehre gelmeyip de ne yapsın diyorlar. Bir ülkeyi yönetmek, her şeyi oluruna bırakıp halkın içgüdüsüne göre hareket etmesini seyretmek, hatta seyretmenin de ötesinde kanunsuzluklara göz yummak ve hatta imkânlar hazırlayıp kanunsuz yerleşmeleri teşvik etmek demek ise bu suali sormak doğrudur. Fakat her hâlde bir ülkeyi yönetmek bu değildir. Planlarınızı yapar; tarım, sanayi, turizm bölgelerinizi ayarlar; halkın dengeli bir şekilde ülkenin her tarafına dağılmasını sağlarsınız. Tabii bu, işi oluruna bırakmak olmayacağı için zor yoldur. Halka yakın yöneticilerimiz niçin zor yola girsinler ki?
İçgüdüleri serbest bırakmanın tipik sonuçlarından biri de çok kadınla evliliktir. Eğer halktan kopmamış yöneticiler iseniz önce çok evliliği yasaklayan kanun çıkaracaksınız veya halktan kopuk yöneticilerin çıkarmış olduğu kanunları değiştirmeyeceksiniz. Ancak birden fazla kadınla evlenenleri hiçbir zaman cezalandırmayacak, onları görmemezlikten geleceksiniz. Hatta zaman zaman, ikinci, üçüncü kadından doğan çocukların, babalarının nüfusuna geçebilmeleri için kanunlar çıkartarak kanunsuz içgüdüleri teşvik edeceksiniz. Bir yandan da aile planlaması deyip duracaksınız. Bir yanda kanunlar yürürlükte olacak; bir yanda televizyonlar üç-dört karılı, 30-40 çocuklu aileleri (!) gösterip içgüdülerin reklamını yapacak. Bütün bunlar da halktan kopmamış olan politikalar olacak.
Halktan kopmamışlığın en şahane göstergesi ise seçim sistemimizdir. Seçim sistemimize göre üçüncü kadından doğan ve Türkçe bilmeyen otuz birinci çocuk, Ankara’daki tek ve meşru kadından doğan, Türkçe bilen, avukat, mühendis, öğretim üyesi olan dört insana eşittir. Kim demiş bir Türk dünyaya bedeldir diye. Bir Hakkârili, bir Şırnaklı, dört Ankaralıya, beş İstanbulluya bedeldir. Oralarda 10 000 kişiye, 15 000 kişiye bir milletvekili isabet eder; Ankara’da 80 000, İstanbul’da 100 000 kişiye. Böylece millî irade tecelli eder ve seçimler de demokratik olur. Haydi bir bilmece soralım: Birin dörde eşit olduğu sisteme ne denir? Cevap: T.C. seçim sistemi. Bir bilmece daha: Millî irade ne demektir? Cevap: 1=4 sistemli seçimle ortaya çıkan irade. Bir bilmece daha: Aile planlamasının en uygun yolu nedir? Cevap: Birden fazla kadınla evlenmek. Son bilmece: Bütün bunları becerebilen iktidarlar nasıl iktidarlardır? Cevap: Halktan kopmamış iktidarlar.